"En büyük asker bizim asker "


Son otuz yılda PKK ile açık ve acımasız bir savaşın olması, gençlerin askere gönderilme ritüellerini değiştirdi. 

Arabaların açık camlarından sarkarak ellerinde Türk Bayrakları, kendilerinden geçmişçesine " en büyük asker bizim asker " diye canhıraş bağırmaları, Otogar da askere gönderdikleri arkadaşlarını havaya atarken düşürüp sakat bırakmalara varan cahillikleri hiç anlamlandıramamışımdır. Bu yapılanları varoş kültürünü bize dayatmaları hatta "milliyetçi" bir inancın tezahürü olarak algılamışımdır hep. 

Oturduğum evin görevlisi gelip " abi oğlum askere gidiyor, köyde geleneklerimizle uğurlayacağız. Seni de bekliyoruz " dediğinde, ikiletmeden kabul ettim. "Kütahyalılar" Otobüs Şirketinden bilet aldım ve gideceğim gün Harem Otogarına gidip beklemeye başladım.

Bu arada bir kaç şeyi eleştirmeden edemeyeceğim. Hala otobüslerde (internetten bilet alsan bile)  "bayan yanı" muhabeti var. İkincisi; kentin en güzel yerinde, hurdaya dönmüş bir otogar İstanbul'a hiç yakışmıyor. Biran evvel kaldırılmalı. Zaten sadece kasaba otobüslerine hizmet eder bir durumda. Son olarak, bu otobüsler hala "ördek" (arada inip binen yolculara denir) toplayarak, koridorda tabure üstünde oturtarak yolcu taşıyor.

Güneşin batmasına az bir zaman kalmıştı. Simav'a otuz kilometre kala "Yukarı Dolaylar Köyü" sapağında otobüs beni indirdi. Karşılayan bir araçla Altı Kilometre bir dağ yolu tırmanıp köye ulaştık. 

Çok sevimli, kışın sadece 30-40 kişinin yaşadığı bir köy. Nüfusunun çoğu İstanbul'da yaşıyor ve  Apartman Görevlisi olarak çalışıyor. Gittiğimde köy epey kalabalıktı.

Güneş çekilince hafif üşüyerek biraz bahçe sohbeti yaptık. Ardından internetsiz bir ortamda, olmadık bir erken saatte yorgana sarınıp güzel bir uyku çektim. Sabah 06.30 da kendiliğimden uyandığımda ne sırt ağrım, ne halsizliğim vardı...

İmece köy şiirlerinde sıkışıp kalmış bir yardımlaşma değilmiş !


Sabah hayvanlarını otlağa götüren, ineğini sağıp sütünü şirketlere hazırlayan, çoluğunun çocuğunun sabah kahvaltısını yaptıran köyün kadınları birer birer evin bahçesinde toplanmaya başladı. Mustafa onlara güneşten daha az etkilensin diye tenteler koyarak bir çalışma alanı yaratmıştı bir gün önceden. Kuzineler, gözleme pişirecekleri saclı ocaklar hepsi hazırdı. Önce hamurlar yoğruldu ve topaklar hazırlandı


Sonra yaklaşık otuz derece sıcaklıkta, birde ocakların altında yanan odun ateşinin sıcaklığı ile kadınlar Gözleme yapmaya başladılar. (Sonunda yapılan gözlemelerin sayısı Sekizyüz adedi geçti)






Pişenler sadece Gözleme değildi. Tencerelerde tavuklar haşlanıyor, kazanlar dolusu pilav ve et pişiriliyordu. Bir de Anadolunun her yerinde bir şölenin olmazsa olmazı "Keşkek" pişiriliyordu.






Derken asker uyanınca "Vedalaşmalar" başlar...

Bizler uyuduktan sonra köyün gençleri köy odasında "Yüzük Oyunu " oynadıkları için oldukça geç yatmışlar. Bu yüzden geç kalkıp ortalığa geç çıktılar...

Bu arada gece eğlencesi için etrafa ampuller takılmaya başladı... 


Hummalı bir çalışma sürüyor, bu arada isteyen gidip bir gözlemeyi dürüm yapıp yemeye başlıyor.

Önce anne baba ile hatıra fotoğrafları çekildi sonra arkadaşları ile... Bu arada kuru sıkılar havaya sıkılmaya başladı bile ! 








Ama bir Veda vardı ki yüreğime en çok o dokundu: Askerin ninesi... Her gördüğü yakaladığı yerde başını okşadı sessizce ve ağladığını belli etmedi...


Köyde bir yandan gece eğlencesi için hazırlıklar sürüp, uzak köylerden gelen misafirler ağırlanırken hayat devam ediyordu ! Sürü otlaktan toplanmalı ve ahıra kapatılmalıydı !


Gece dualarla başladı ve Jandarmanın iznine kadar sürdü...

Kadın erkek arasında kaç-göç olmadığı halde eğlencenin oturma düzeninin haremlik selamlık olarak ayrılması beni şaşırttı. Ve gece köy imamının (hiç bugüne kadar duymadığım) duaları ile başladı...




Asker Uğurlama şölenleri kendi endüstrisini de yaratmış... Kırmızı üstüne beyaz yıldızlı şallar, kuru sıkı tabanca fişekleri, çok gürültü çıkaran maytaplar ... Bir de yöresel sanatçılar ! 


Bütün gece orgun ritm kutusundan çıkan aynı ritim, inanılmaz ciyaklayan elektro saz ile berbat sesli bir türkücü... Sanırım yörenin namlı çalgıcıları bunlar... Bu arada çalan arabesk/türkü karışımı şeylerin hiç birini bilmiyorum. Ama yukarda dediğim gibi adamlar tam bir endüstri... Köylü kurtlarını döksün diye oyun havaları kıvrak türküler çalıyorlar, sonra ortamı kıvamına sokmak için asker ve şehit türküleri... Bir de geleneksel Kütahya Zeybekleri (onlar iyiydi)... 

Bu tip kutlamalar köy ve halkı için önemli. Çünkü bir farklılık bir canlılık kazanıyorlar...



Önceleri bir kokteyl havasında sürüyor ilişkiler. Sonra kadınlar kendilerine ayrılan yere erkekler kendilerine ayrılan yere geçiyorlar. Hoş gençler gecenin ilerleyen saatlerinde bu kuralı bozdular ama...






Derken gecenin son ve en önemli hareketliliği başladı. Uğurlanan Askerlerin ve arkadaşlarının serçe parmağına kına yakıldı... Bu arada berbat sesli türkücü öyle ağıtlar okudu ki insanların " allah allah " diye düşman üzerine yürümediğene şaşırdım. 




Jandarmanın saptadığı bitiş saatinde çalgıcılar noktayı koydular ve tüm konuklar hızla evlerine dağıldılar...

Sabah uyandığımda balkonda "Asker Babası" oturuyordu... Koca bir günün yorgunluğunu üzerinden atmış, asker babası olmanın kendince gururunu yaşıyordu... 

Ve " Cengiz Abey sana bir poz vereyim de çek beni " dedi... 

Köyün en yaşlısı ile birlikte çektim !



Cengiz Akduman
Ağustos 2013
Yukarı Dolaylar Köyü / Simav

MED CEZİR İNSANLARI / ZANZİBAR





Deniz karaya geri dönerken havada milyonlarca su zerreciği uçuşuyor. Bir yandan ıslak çimento kıvamına gelmiş deniz tabanında yürümek (!), bir yandan kameranı nemden koruma çabası buna bir de Hint Okyanusu'nun nemli sıcağı eklenince fotoğrafçı işte bu hale geliyor. 









Yorgun argın vardığınız köyde (Paje), olağanüstü bir denizle karşılaşıyorsunuz ve tüm yorgunluğunuz geçiyor. Gece kulübenizin önünde; yanınızda el feneriniz (bir de ne faydası olacaksa bağ bıçağınız), gecenin karanlığında  alev alev yanan bir ateş ve İstanbul'dan getirdiğiniz içkinizle dalgaların müthiş sesini dinliyorsunuz. Ne ayağınızın ucunda dolaşan yengeç yavruları, ne o güne dek duymadığınız kuş sesleri umurunuzda olmuyor. Bir başka dünyaya yolculuk ediyorsunuz. Hint Okyanusunun kıyısında sabah uyanır uyanmaz nasıl denize girip kendinize geleceğinizi hayal ediyorsunuz.





Sabah uyanıp ta kulübenizin önüne çıktığınızda girmeye hayal ettiğiniz denizin yaklaşık üç üçbuçuk kilometre ilerde olduğunu görüyorsunuz. Önce rüya gördüğünüzü sanıyorsunuz. Sonra çekilmiş denizin üzerindeki hareketlilik karşısında şaşkınlığınız daha da artıyor.

Görüyorsunuz ki deniz tabanında köylülerin çitlerle çevirdiği tarlaları var. Son derece zarif köylü kadınlar, rengarenk elbiseleri ile  bu parsellerin içindeki kumdan deniz kabuklularını çıkartıp çuvallara yerleştiriyorlar. Bir kadın başka bir kadının parseline müdahale etmiyor.  Afrikada adalet genelde eldeki pala ile çözüldüğü için günler boyu hiç bir yerde kavgaya şahit olmadım.


































Köyleri hemen bu palmiyelerin ve muz ağaçlarının arkasında. Çok yoksullar. Kocaları balıkçılık yapan ailelerin durumu biraz daha iyi. Diğerleri muz toplayıcılığı, inşaat işçiliği, tarlalarda kanal açmak gibi geçici işlerde çalışıyor. Genelde ortalama aylık gelirleri 80-90 dolar civarında. 
Ancak müslüman olmalarına rağmen Somali'de ki radikaller gibi balık yeme yasakları yok. Çocuklarını Hint Okyanusunun onlara verdiği nimetlerle besliyorlar.Taşıdıkları çuvalları köylerine götürüp kabukların içinden çıkan hayvanlardan yemekler yapıyorlar. Kabukları ise turistik kolye, bilezik yapmakta kullanıyorlar.






Sular çekildiğinde Dow denen geleneksek kayıklar kumun üstünde karaya vurmuş bir balina gibi yatıyor.


Balıkçılar suyun biran önce karaya gelmesini ve kayıkları ile açılacakları zamanı bekliyorlar. Zamanlamasını iyi yapamayıp, tekneleri ile kumun üzerine oturmuş bu balıkçılar suyun yeniden yükselmesini beklerken, kıyıda çuvallarını taşıyan köylü kadınlar da onlarla uzaktan dalga geçiyorlar.















Daha büyük balıkçı tekneleri med cezir öncesinde daha ciddi tedbirler alıyor. Bildikleri, genellikle köylere yakın, daha uygun kumsala girerek suyun yükselmesini beklerken bir sonraki balığa çıkmanın hazırlığını yapıyorlar. Kimi çamaşırlarını kurutuyor, kimi livarlarındaki kalamarları kıyıya satmak için çıkarıyor. Pek çoğuda köy kahvesinde pek meraklı oldukları dama oyunu oynuyor.






 Ve deniz geri geldiğinde, kuma oturmuş bu tekneler birer birer denize yeniden kavuşmanın keyfini yaşıyorlar.